Öğleden sonra G. Kore’de başkent Seul’e indim. İlk ziyaret ettiğim yer Deoksugung Sarayı’ydı. Burası 17.yy’dan itibaren zaman zaman kraliyet sarayı zaman zaman geçici konaklama alanı olarak kullanılmış. Mimari yapılar Güneydoğu Asya coğrafyasından daha farklı. Ülkenin sanki farklı bir enerjisi var, farklı bir medeniyet olduğunu belli ediyor. Tam nöbet değişimine denk gelmiştim. Askerlerin renkli geleneksel kıyafet ve şapkaları vardı.
İçeride ayrıca İngiliz bir mimar tarafından tasarlanmış batı tarzı bahçe ve içinde resim sergisi olan bir müze vardı. Resimlerde hep büyük bir dağ, bir ırmak yahut görkemli bir doğa motifi var. İnsan ise o doğanın bir parçası olarak verilmiş. Hep insanın üstünde, insandan büyük bir şey var. Çok hoştu resimler.
Bu yaklaşımı geleneksel inanışlarının temellendirdiğini düşündüm. Doğadaki varlıkların birer ruhu ya da tanrıyı temsil ettiğine inanma aslında Japonya’nın geleneksel dini Şintoizm ama birbirinden uzak olmayan coğrafyalarda bu inanışın ortak olması şaşırtıcı olmaz.
Saraydan çıkınca hemen yan tarafta “Jeong-deun Darak” diye bir yerde yemek yedim. Bizdeki gibi yanında başka aperatifleriyle geldi yemek. Önce çorbalı erişte geldi, sıcak. Tofu ya da tavuk mu vardı suyunda bilmiyorum ama güzeldi. Yanında iki çeşit de turşuyla geldi: Biri “Kimchi”, diğeri de onun sadesi. Ana yemek de pirinç pilavı ve tavuktu ama farklı bir sosu ve salatası vardı üzerinde. Japonya ve Kore’de ekşi, turşu ve türevleriyle karşılaştım. Daha güneyde bunlardan görmemiştim. Tatlı acı çok olsa da böyle ekşi ve tuzlu turşularla karşılaşmamıştım.
Sonra gezinip sokak yemeklerinin olduğu yerde atıştırdım.
Büyük gökdelenlerin olduğu bir caddede sigara odaları dikkatimi çekti. Sokakta sigara içmek yasakmış sadece o alanda içebiliyormuşsun. Sonra hostele döndüm. Benim kaldığım yer iki 2 km boyunca uzunlamasına bir parkın yanındaymış. Sonunda da üniversite varmış. İş çıkışı, üniversite çıkışı insanlar oturuyorlar, içiyorlar ve muhabbet ediyorlar çimlerin üstünde.
Sonraki gün önce Gyeongbokgung Sarayı’na gitmek için yola çıktım. Girişe gelmeden biraz önce Hükümdar Sejong ve Komutan Yi Sun Shin heykelleri vardı. Yerin altına da onları tanıtan küçük bir müze yapmışlardı. Hükümdar Sejong yaklaşık olarak Osmanlı’da Beyazid ve Fatih dönemlerine denk geliyor. Tarihlerindeki en önemli hükümdar olsa gerek. Kore alfabesini de bu hükümdar sarayda âlimlerle yaratmış. Gyeongbokgung iki dağın arkasına güvenlikli bir konuma yerleştirilmiş. Saray yapıları ve bürokratik anlayışları bize benziyor. Saray üç katmanlı. En iç kısımda hükümdarın, ailesinin, annesinin yaşadığı, bizdeki harem kısmı gibi olan yer. Onun bir öncesindeki ikinci katmanda devlet işlerinin konuşulduğu bir alan var. Buradaki toplanma alanında hiyerarşi sütunları var. Statüye göre herkesin duracağı yer belli. Giriş ise herkese açık alan. Topkapı’dakiyle aynı şekilde üç katman ve üç kapı var, anlayış açısından gayet benziyor.
Tarihi alanın içerisinde Ulusal Halk Müzesi de vardı. Müzede geleneksel enstrümanları, maske dansı için kullanılan bazı maskeleri, kaligrafi yazı araçları, döşekleri, kıyafetleri, takıları ve daha fazlası sergileniyordu.
Müzenin çıkışında geleneksel dans gösterisi de vardı. Özellikle nefesli ve vurmalı enstrümanlarla yapılan bu dans bana bazı açılardan tanıdık geldi. Dışarda eski evlerinin bir modeli de vardı.
Daha sonra kültürel köy bölgesi Hanok’a gittim. Eski evlerin mimarisini bozmamışlar ve içinde hala insanlar yaşıyordu. Köyden sonra da bir pazara gidip bir şeyler atıştırdım. Pirinç topu dedikleri bir şeyleri vardı. Aslında tatsız ama çok acı bir sosa yatırılmış. Ben pek beğenmedim ve yarım bıraktım. Lastik gibiydi. Orada çok seviyorlarmış. Oradan çıkınca dolaşarak en yüksek tepesine gidecektim. Hemen çıktığım yerde bir nehir akıyordu. Bulvarın ortasında asfaltların arasında bir kanal yapmışlar, kenarlarında yürümek için yerler vardı. Şehrin ortasında o kadar berrak bir su nasıl olabilir ya? Dibi çok rahat görünüyor kenarında insanlar yürüyor, koşuyor. Çok genişte bir nehir değil, çay desek daha doğru olur. Orda biraz yürüdüm sonra çıktım otobüse devam ettim. En yüksek tepeye gittim. Tüm şehri görme imkânım oldu yukardan. Çok güzel bir coğrafyası var. Dağları olsun nehri olsun. Zaten şehir, dağlar ve nehir arasına kurulmuş. Ayrıca düzenli, o kadar düzenli olmasını beklemiyordum.
Sonraki gün hostelden ayarladığım bir turla Kuzey Kore sınırına gittim. K. Kore sınırı dedikleri aslında silahsızlandırılmış bölge sınırı. “Demilitarized Zone” (DMZ), iki ülke arasında sınır boyu 4 km’lik bölge. Bu bölgede iki tane köy var. Biri Güney Kore biri Kuzey Kore yönetimine bağlı. Güney Kore sen git kendine bağlı köye bayrak dik. Bunu gören Kuzey Koreliler durur mu? Onlarda biraz daha uzun bayrağı kendi taraflarına dikmiş.
Başka bir ilginç olay: Gangnam Style şarkısı çok meşhur olunca, sınırdan kolonlarla Kuzey Kore’ye dinletmişler! Savaş zamanı Kuzey Kore çeşitli tüneller kazmış, tur bunları da gezdiriyordu. Toplamda 4 tane tünel olduğu biliniyor ama daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Boyut olarak üç-dört insan yan yana durabilir ve bayağı alçak. Sert kayadan oluşan toprak yapısı yüzünden dinamitle ilerliyorlarmış.
Döndükten sonra Kore barbeküsü yapayım dedim. Kore’nin ocakbaşı. Güzel bir eti vardı. Sonra çantamı toparladım otobüs durağına geçtim. Gyeongju’ya geçecektim.
Otobüse gece yarısı bindim. 4 saat sürer, 3 saat filan otogarda uyurum sonra orayı gezerim, öğleden sonra da Busan’a geçerim diyordum. İndim saat üç, otogar kitli. Yapacak hiçbir şey yok. Her yer kapalı. Hemen kenarda bir otel varmış bir tık lükstü. Girdim adamla pazarlık yaptım kaldım. Sabah kalktığımda para çekmeye çalıştım ama kartım hata verdi. Girdiğim her ATM’den ret yedim. Gezerken bir yandan da ATM’leri denedim. Yakınlarda 8.yy’da inşa edilmiş Seokguram Grotto isimli bir Budist mabedi ve Bulguksa tapınağı varmış oraya gittim. Bunlar UNESCO Kültürel Miras Listesi’ndeymiş. Doğanın içinde yüksekte bir yer.
Mabet, tarihsel olarak taştan oyma en eski ve en kaliteli Budist mimari örneklerinden biriymiş. Bulguksa ise sonradan restore edilip şuanki görkemli haline getirilmiş. Daha sonra merkezdeki Donggung Sarayı’na döndüm. Gyeongju aslında eski Kore krallıklarından biri olan Shilla’nın MÖ. 60’lardan 930’lara kadar başkentiymiş. Bu sebepten arkeolojik olarak çok zengin bir alan. Saray kısmı vardı ama hepsi yanmış. Yeniden restore edilen alanları vardı. Bir bölge ise tamamen kapatılmış ve çalışma alanıydı.
Frigya tümülüsleri gibi kral mezarları vardı. Bir de Uzakdoğu’nun ayakta kalan en eski gözlem evi denebilecek yeri Cheomseongdae oradaymış. Küçük bir kuleyi andıran yapıydı. Sonra da dönüş yoluna geçtim. Tabi para çekmeye de uğraşıyordum. Kart bozukmuş, Türkiye’ye gelince anladım. Sonra artık çare kalmadı ve otobüs bileti alacak param yoktu. EFT yapamıyordum hafta sonuydu. Onlarda ATM’ler büfelerde de oluyor. Yol üzerindeki birçok büfeyi denedim. Bir tanesine para değiştirmeyi önerdim, kabul etmedi.
Girdiğim bir büfede, Tibetli bir öğrenci çalışıyormuş. İstersen yardım edebilirim dedi. Ben de anlattım durumu. Euro’m var ama çeviremiyorum, yer bulamadım dedim. Benim için Won’a çevirdi. Euro çevirmesi de zor onlar için hele bozuk para. Güvenmiyor da olabilirler. Bir de insanın kendi dükkânı değilse nasıl kabul etsin dönüştürmeyi. Sağ olsun, Tibetli genç kabul etti de bindim otobüse.
Busan’a geçtim. Akşam vardığımda saat 10’u geçmişti. Nasıl gideceğimi anlamaya çalışıyordum. Yine nakit param azdı. Biletlere yetmiyordu. Mucizevi bir şekilde müzik grubunun hesabında para olduğu aklıma geldi. Zor durumda olduğumdan onu çektim ama 12’yi geçti diye şehre gidiş için otobüs mesaileri bitti. Yapacak bir şey yok. Taksiye binecek pazarlık yapacaktım. Elimde 20000 Won, yaklaşık 100TL vardı. Tam yolun karşısına geçtim taksiye bineceğim, üç tane Rus turist gördüm. Onlarda aynı durumda kalmışlar. İki erkek bir kız, konuştum. Merkezde yakın bir yere gidiyorsanız bende gelebilir miyim, paylaşırız ücreti dedim. Olur dediler. Nereye gidiyorsunuz dedim. Aynı hostelmiş. Beraber bindik, 20000 Won dediler. Sonradan anladım o da toplammış. O kadar rahatladım ki, ulaştım bu sefer diye. Sonra hostele yerleşip yattım. Sonraki gün hafta başıydı zaten, para çekme sorununu çözdüm.
Busan çok daha düzensiz bir yer. Açıkçası daha çok İstanbul’a benziyor. Seul bayağı düzenliydi. Hem gecekondu kısımları var hem gelişmiş kısımları. Çok büyük bir liman şehri ve G. Kore’nin ikinci büyük şehri. Gamcheon Kültürel Köyü diye tanıttıkları bir bölgeye gittim. Burası özellikle savaş sırası ve sonrası dönemde gecekondulaşmış bir bölgeymiş. Kültür Bakanlığı burada bir proje başlatmış. Burayı sanatçılar, öğrenciler ve yaşayanlarla beraber sanat alanına çevirerek yeniden canlandırmaya çalışmışlar. Bu durum oldukça turist de çekmiş. Bir tepesine çıkıp yukardan da şehre baktım. Cidden gezdiğim kısımlar bir şekilde hayata katılmıştı ama yine de düzensiz duruyordu.
Sonrasında balık pazarına gittim. Vietnam’dayken biri Koreli biri Fransız bir çift vardı. Onlar Busan’a gideceksen balık ye demişlerdi. Çok değişik balık ve kabuklu türleri vardı. Satılan yerlerin iç tarafında pişirilip servis de ediliyordu. Arka tarafta ayakkabını çıkartıp yer sofrasına oturdum. Balık yedim. Balık da pilav ve turşu ile geliyor, tek değil. Kore’de yemekler beni tatmin etmişti. Sonra çarşılarında gezdim.
Busan’da kaldığım yer denize çok yakındı. Gittiğim zaman kumsalda kum heykelleri sergisi vardı. Çeşitli müzisyen ve grupların heykelleri sergileniyordu. Orayı biraz gezdim.
Son gün şehitlik ve müzeye gittim. Sahili gezdim, denize girdim. Buz gibi suydu. Bozcaada’dan soğuktu. Ayaklarım uyuştu. Okyanus diye çok da açılamadım, korktum ve tektim şimdi cüzdanlar filan kıyıda. Çok da durmadım, kıyıda uzandım birazcık uyukladım. Sonra da bir şeyler atıştırdım.
Akşam da civardaki bir açık hava etkinliğine katıldım. Konser zannettim başta ama değildi. Kadın dans grubu hem şarkı söyleyip hem dans ediyordu. Yerel insanlar da çevrelere dizilmiş büfelerden yemek ve içecek alıyordu. Sonra hostele döndüm. Yattım kalktım havalimanı.