Uçak saat 15’te Hoi An’a indi. Hostelden alım servisi için rezervasyon yaptırmıştım. Kısa bir yolculuktan sonra hostele ulaştım. Harita ve bilgilendirilmeden sonra dışarı çıktım. Öncelikle 5’li biletimi aldım. Bu eski şehirde beş turistik yere girişimi sağlayacaktı. Fakat yavaştan kapanmaya başlamıştı bu yerler. Tran Phun caddesinden başladım, eski şehrin üç ana caddesinden biri.
İlk girdiğim yer tapınaktan çok “Ancestral Hall” dedikleri anma evini andırıyordu. Bölme bölme odaları vardı ve anıt kısmı Hong Kong’daki tapınaklar gibi şaşalı ve kalabalık değil daha sadeydi. Quan Cony isimli yer kapalıydı, o köşede farklı bir sokak öğünü aldım. İnce, kıtır ve kuru yufkaya benzer, pirinçten yapılmış ince hamurun üstüne yayılmış fındık, acı sos, yeşil soğan ve bilmediğim bir şeydi. Paper pizza diye satıyorlardı. Binalar korunmuş ve estetik yapıları birbirini destekleyici nitelikte devam ettirilmiş. Deri, resim, ipek, kahve ve yerel yiyecek satımı, ayrıca terzilik burada turistlerden geçim kaynağı oluşturmakta. Ayrıca bu ürünler genelde kaliteli ve ucuz.
Japon köprüsüne kadar yürüdüm. Japon köprüsünün önünden kalkan botları biraz izledim. Manzara nostaljik, romantik ve huzur vericiydi. Fenerler her yeri sarmıştı. Gece pazarına yöneldim. Hindistan cevizli fıstıklı kek ve sarma dondurma yedim. Kumaş ve elbise fiyatlarını sordum. İki ürün için 300k istediler değecek ürünler değildi. Şehir çok büyük değil ama çok turist var. Bu hizmet ve imkân bulmayı da kolaylaştırıyor tabii. Bir kafede yerel kahve içtim. Hediyelik olarak cüzdan güzel olabilir diye bir dükkâna sormaya girdim. 500k’dan açtılar almayınca 200k’ya kadar indiler. 50 TL ye almış olduk.
Masaj yaptırmak vardı aklımda hostele yakın bir yerde bakınırken bir kadın direk indirim ve önerisiyle geldi. Vietnamese massage gibi bir şey vardı onu aldım. Sanırım gezilerde yaptırdığım en güzel masaj buydu. Sonrasında geri döndüm. Kaldığım yer güzel, kahvaltısı var, turları var, ücretsiz etkinlikleri var. Üç kişilik odada kalıyorum hava sıcak.
2. gün sabah erkenden kalktım. Yedi gibi kahvaltı yaptıktan sonra bisiklet kiraladım. Buğday ve pirinç tarlalarının arasından An Bang sahiline doğru ilerliyordum. Yol üzerinde organik tarım köyüne rastladım. Diğer Güneydoğu Asya’da gittiğim yerlerin aksine Vietnam’da buğday ve ekmek kullanımı var. Muhtemelen Fransız sömürgesi döneminin bir etkisi.
Kumsal geniş ve uzundu. Kenarlardaki mekânlar kumsala taşıyor ve mekândan bir şey yersen şezlonga para vermiyorsun. Sahilde uzanıp bir şeyler yemek denize girmek çok rahatlatıcıydı. Uzun süre vakit geçirdikten sonra yola uzun taraftan devam edecektim, önce deniz ürünleri salatası ve balık söyledim. Salatada ahtapot ve karides vardı. Balık lezzetliydi. Sonra yola devam.
Harita ve uygulama yardımıyla palmiye ağaçlı bir bölgeye vardım. Bir saat kadar süren bambu kayık turları vardı. O kadar zamanım yoktu yarım saat belki. Bir kadın beni çevirdi ve ikna etti. Denemeden dönmek de istemiyordum. Yarım saat kadar kısa bir tur attırdılar. Fena değildi. Yaprak katlayarak süslemeler yaptılar, güzeldi. Atmosfer fazlaca turistik pazar yaratmak amaçlı olsa da farklıydı. Dönerken sokakta kurumaya bırakılmış noodlelar gördüm. Hostele az kala bisikletin pedalını kırdım. Sokak yemekleri turuna yetişmeye çalışıyordum. Sokakta birileri yardım etmeye çalıştı ama yapacak bir şey yoktu. Tura yine de yetiştim. Pho dedikleri etli çorba, Bahn mi dedikleri ekmek arası sote gibi bir yemek ve tatlı denedik. Hepsi çok ucuzdu. Dönerken bir tarafı Ermeni bir tarafı Felemenk Beyazkaya isimli bir kızla karşılaştım. İlginçti. İstanbul Bilgi’de medya okumuş annesi ve babası İstanbul doğumluymuş çat pat Türkçe konuştu benle. Hostelde etkinlik bitiminden sora, dolaşmak için dışarı çıktım.
Yol üstünde mango kek aldım. 50k dedi kadın sonra iki tane verdi. Şaşırdım ne kadar iyi diye. Dün karşılaştığım bir mekâna oturdum. Mekânın iç kısmı yokmuş ev gibi kullanıyorlarmış. Mekân sahibi Aziz Nesinden bahsetti bana. Zamanında amcası anlatmış. Gezmek için devam ederken bir şey fark ettim. Elimde kalan para çok azdı. Sonra anladım ki mango keki satan kadına karıştırıp 50k değil 500k vermişim. Hayatımın en pahalı kekini yedim. O paraya tüm hediyelikleri ve sonraki günümü kapatırdım. 12.5 TL yerine 125 TL vermiş olduk. Normalde hep tersiyle karşılaştım, hoş görülü insanlarla ama ne yapacaksın her yerde olabilirdi.
Sol taraf kalbin olduğu yer o sebepten önemli ve böyle bir benzetmesi var dediler. Daha sonra başka bir eve girdim burada ipekten desen örüyorlardı genelde kuş ve kelebek gibi basit motiflerin yanında resim gibi olanlar da vardı. Sonrasında çini müzesine girdim. 15.yy’dan beri burada çömlek ve çini varmış. Bu durum Hoi An’ı ticaret limanlarından biri haline gelmiş. Japon ve Çin mahalleleri, limanları ve Felemenk limanı varmış.
İpek, çömlek ve çini önemli ticaret unsurları olmuş. Ayrıca Güneydoğu Asya’ya Hristiyanlığın ve diğer dillerin yayılmasında çıkış noktası sayılmaktaymış. 1999’da şehir UNESCO kültür mirası listesine girmiş. Çini desenlerinde balık, küçük süsler, ejderha, kuş vardı diye hatırlıyorum. Yakınlarda bir çömlekçi köyü de varmış.
Daha sonra hostelin bisiklet turuna katıldım. Kaldığımız yerin karşısında bulunan adacığı gezecektik. İlk durağımız bir tapınaktı. Burası ibadethaneden ziyade aile mezarlığı ve anma yeriydi. Mezarlar küçüktü, buraya kemikler sonradan taşınmış. Bu aile adanın çoğunun bağlı olduğu bir aileymiş. Bir ana iki tane sağda ve solda olmak üzere üç kapısı var. Kadınlar sağdan erkekler soldan önemli kişiler ana orta kapıdan girermiş.
Tapınak girişinde bölmelerde beşer basamak bulunmakta bunlar doğum büyüme yaşlanma ölme ve yeniden doğma anlamına gelmekteymiş. Böylece kötü ruhların giremeyeceğine inanılırmış. Ana yapının tepesinde ejderha, kaplumbağa, yılan, unicorn ve Anka kuşu vardı. Unicorn dedikleri aslan, köpek ve kartal karışımı boynuzsuz bir hayvan. Kaplumbağa yılanın sırtında olacak şekilde beraber temsil edilmiş. Bu iyiyle beraber kötünün de olduğu ve bunların birbirini dengelediğini sembolize ediyormuş. İçeri girdiğimizde ise 5 adet büst vardı. İkişer tane mum yanmakta, bunların biri güneş, gün diğeri ay, gece içinmiş. Burada yemek ve hediye bırakıp tütsü yakarlarmış. Onlarla bu şekilde haberleşip tütsü bittiğinde yiyeceklerin ulaştığına inanırlarmış. Daha sonrasında burada toplanıp ailecek bu ikramları paylaşıp kendileri de yerlermiş.
Burada sunulan hediyelerin paketlendiği yere gittik. Her şey vardı. Keten ayakkabı, sigara, Ipad ve daha fazlası. Sonra “rice paper” yapan bir adamın yanına gittik. Kaynayan su üzerine gerilmiş beze suda uzun süre bekletilip süt kıvamına getirilmiş pirinç özünü serdik ve 20 saniye bekledik. Yakıt da pirinç kabuklarıydı bu arada bir dam dolusu vardı. Bu olduktan sonra, aynı şeyin kurutulmuş haline yapıştırdık. Bir tarafı yapışkan bir tarafı daha kıtır kıtır oldu. Sonra ortadan katlayıp ezip böldük. Balık sosuyla yedik. Bu tam balık sosu değilmiş ama soyaydı sanırım. Balık sosunu balık ve tuz katmanlarından elde ediyorlarmış. O sıvıyı nasıl çıkartıyorlar onu tam anlamadım. Yanında soğuk çayımız da vardı.
Şehirdeki son günün son etkinliği olarak gece pazarına indim. “Spring rolls”, “banana pancake” ve “paper pizza”dan yedim. Tatlı çorbamsı şeylerinden yedim. Bizdeki aşurenin malzemelerini ayrı ayrı hazırlayıp buzla ikram ediyormuşsun gibiydi.
Yedi haziranda Hoi Andan Hanoi’ye uçakla geçtim. Servislerle “Old Quarter”da indim. Sadece buradaki gölün çevresinde gezip ortasındaki tapınağı ziyaret ettim. Burada kutsal sayılan bir kaplumbağa motifi sergileniyordu. Sonra da “Backpacker Downtown” isimli hostelime gittim. Yerleştikten sonra dışarı akşam sokaklarda dolaştım. Bir meyve tatlısı yedim. Hindistan cevizi sütü ya da pirinç ezmesiyle meyveler ve buz vardı. Çok lezzetli ve serinleticiydi.
Sokağın kenarında oturan 5000 VND’ye bira satanlar vardı. Yaklaşık 1.5 TL yapar. Su sebiliyle bira satıp iskemleye oturttukları butik sokak barı diyebilirim. Tektim ama satan adam beni işaret etti oturacak mısın dedi. Yapacak başka bir şeyim de yoktu. Oturacağımı anlayınca hemen bir yere oturttu beni.
Yanımda üç tane Felemenk vardı. Bunlar üniversiteye yeni girmişler. Sonra bırakmışlar, dünyayı geziyorlarmış. Dönünce tekrardan devam edeceklermiş. Bu şekilde “gap year” yapan gençlerle hem Tayland’da hem burada çok karşılaştım. Güzel bir sohbet muhabbet oldu. Erkek olan bizim ülkenin siyasetine biraz meraklıymış sanırım. Zaten seçim de iptal olduğu için yakın zamanda onun üzerine biraz tartıştık. Şöyle bir şey söylendi garibime gitti: Avrupa birliğine girme konusunda Türkiye’nin batısı girsin doğusu girmesin şeklinde yorumlar da varmış.
Sonraki gün hostelin “Old Quarter” turuna 10’da başladık. Önceleri, “Old Quarter” dediğimiz kısım aslında kraliyet ailesi mensuplarının yaşadığı yermiş. Buralar çevriliymiş kapıları varmış. İlk durağımız o kapılardan biriydi. Sonra tren yoluna doğru devam ettik. Tren şehrin ortasından evlerin arasından geçiyor resmen diyebilirim. Fransızların yaptığı bir demir köprü gösterdiler. O köprünün sağ tarafına geçerseniz farklı bir hava göreceksiniz, orada evsizlerin nasıl yaşadığı ile ilgili fikir de edinebilirsiniz dedi rehber. Tek olduğum için oraya gitmek güvenlikli gelmedi. Devam ettikçe sokak kenarlarındaki satıcıları gördük. Köpek etinin satıldığını dördüm. Köpek eti de denmez bütün kesilip pişirilip kafasıyla beraber sergilenmişti. Kültürlerinin bir parçası olmuş. Onların açıklaması da fakirlik. O kadar fakirlik var ki, ne bulurlarsa yemişler, yiyorlar dediler. Gördük geçtik. Çok bakamadım. Sonra tren yolunun üstüne çıktık. Tren yolunun kenarında kafeler vardı. Her gün yedide tren geçiyormuş insanlar oturup burada onu izliyor, bekliyormuş. Daha sonra kiliseye doğru devam ettik. Sömürge zamanı Fransız yapısı olan kilisede özel bir şey yoktu.
Daha sonra orda soğuk çay içip çekirdek çitledik. Cidden hiç beklemiyordum Vietnam’da çekirdek çitleyip soğuk çay içeceğimi. Sonra gruptan ayrıldım. “Old Quarter” dışına gitmek istiyordum. İl durağım Houla Cezaeviydi. Bence bu ceza evi çok önemli çünkü Vietnam tarihinin belli başlı dönemlerini özetleyebilir nitelikte. Fransız kolonisi olmaya karşı 1900-30 arasında yükselen komünist devrimcileri, Fransızlara karşı anarşist eylemlerde bulunanları tutuklayıp toplayıp cezalandırdıkları yermiş. Cidden 1930’larda burada giyotinli infazlarda bulunan bir Fransa varmış. Komünizm burada biraz daha milli duygular, ya da özgürlükçü düşüncelerle sömürgecilikten kurtulma aşkını barındırandan şekilde gerçekleşmiş. Devrimden sonra, Amerika ile Kuzey Vietnam arasında savaş olduğu dönemde, Amerikan askerleri için kullanılmış burası birleşmeye kadar. Kuzey ve güney Vietnam’ın birleştiğini kendisi göremese de Ho Chi Minh Bağımsız Vietnam’ın birleştirici figürü ve lideri.
Buradan çıktıktan sonra “Temple of Literature”a gittim. Burası 11.yy’dan 18.yy’ın sonuna kadar Konfüçyüs öğretilerinin temel alındığı bir eğitim kurumuymuş. Üç katmandan oluşan simetrik bir yapıydı. Sonra Ho Chi Minh mozolesine geçtim ama içine giremedim sadece sabah saatlerinde açıkmış. Sonra kaldığım yere geri döndüm. Buradan Ha Long Bay turu için beni aldılar.
Ha Long Bay, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bir başka nokta. Yolculuk boyunca rehberimiz tapınaklarla ilgili şeylerden bahsetti. Dört tane temel hayvan varmış. Ejderha, unicorn, kaplumbağa ve Anka Kuşu. Vietnam’daki ejderhalar ateş değil su ejderhasıymış. Ejderha gücü ve kaplumbağa bilgeliği temsil ediyormuş.
Ha Long Bay üstten ejderha derisine benzetiliyormuş. Ha Long, ejderhaların yuvası gibi bir anlama geliyormuş. Çok etkileyici bir yerdi. Anormal derecede büyük bir mağaraya girdik. Suyun yıkıcı gücünün yanında yaratıcı bir gücü olduğunu da söyleyebilirim. Her baktığın köşede başka bir figür görüyordun.
Daha sonra gruptaki Japon bir abiyle kürek çektik. Bir geçitten ilerleyerek çevresi tamamen kapalı bir havuza çıktık. Adacıkta maymunlar vardı. Orada hayvan olması garip geldi. Kara bağlantısı olmayan küçük küçük adacıklarda, nasıl bir ekosistem ve besin zinciri oturmuş olabilir ki?
Gezi sonrası hostele geri dönünce Hoi Choi isimli güzel bir çorba içtim. Beni gece yataklı otobüse götürdüler. Otobüs ile Sa Pa’ya gittik. Sa Pa’da iki günlük turum bir gece ev konaklamam vardı. Bizim rehberlerimiz çok tatlıydı. Enerjik bir teyzemiz vardı. 40 yaşından büyükmüş. Onun kardeşi de yürüyüş rehberimiz oldu.
Fransız erkek-Koreli kadın bir çiftle, bir Fin yeni evli çiftle, bir de Amerikalı abi Alex ile tanıştım. Alex bana sonradan yardımcı oldu. Sülükler için yara bandı, krem ve ilaç verdi. Kahvaltıdan sonra eşyaları onlara verip, yürüyüşe başladık. Aslında çok sisliydi. Çok verimli bir yürüyüş oldu diyemem ilk gün için ama yine güzeldi. Kökboyasını ve yapraktan boyayı nasıl boya elde ettiklerini biraz anlattılar. İndigo rengiymiş. Her etnik grup bu boyaları kendi grubuna özgü eşyalarda kullanıyormuş. Mavi indigo rengi çok çok bekletince simsiyah bir renk alıyor bayağı koyu. Çok fazla etnik grup varmış. Her etnik grubun dili ve yerel kıyafetleri birbirinden farklıymış. Yaşanılan yer Karadeniz gibi merkez hariç gibi bölük bölük ve mesafeli. Yürüyüş sırasında ayağımda sandalet vardı. Almamıştım başka bir şey. Tabi sandalet bayağı battı o ara beni sülük ısırmış ayağımdan hissetmedim. Sapa turunun ilk günü bu şekilde devam etti.
Kalacağım yer köylerin arasında doğanın içinde bir evdi. Akşam yemeği için sofrayı bir donatmışlar. Ev yemekleri cidden güzelmiş. Sarma börekleri vardı, sigara böreği gibi ama içinde başka sebzeler vardı. Et, tavuk ve patates salatası vardı. Doyduktan sonra da rehberin değişiyle “Happy Water” geldi. Esasında pirinçle yapılan yüksek oranlı bir alkol. Sürahiyle getirdikleri için kendilerinin yaptığını düşündüm. O kadın her gün içiyormuş. Adam içmiyor dedi benim o bıraktı alkolü ben içiyorum dedi. İçiyormuş içiyormuş sonra vurup kafayı sabah dörtte kalkıyormuş geri iş için. Sempatik bir teyzeydi.
Sonraki gün devam etti tur. Köylere daha çok ağırlık verdik. Daha rahat ve sohbet eşliğinde bir turdu. Ortalama eğitim süresi ne kadardı hatırlamıyorum. Abes bir rakam değildi ama evlilik yaşı 17’ydi. Çünkü hükümet ailelere arazi dağıtırken evli çift başına arazi veriyormuş. Ne kadar çok çocuğun varsa o kadar çok arazin de olacak demek oluyor bir noktada. Tur yemekten sonra sonlandı.
Sa Pa merkezine indim çantamla, biraz dolaştım. Fransızlar bir kilise yapmış onu gördüm. Lokal canlı müzik yapılan bir kafeye oturdum, kahve içip onu dinledim. Gitmeye değecek yerdi, ilk gün sis olmasa tadından da yenmezdi. Sonrasında otobüs ve uçak ile geri döndüm.